ESKİ TARİH Hindistan, dünyanın
en gelişmiş uygarlıklarından birinin beşiğidir. Büyük imparatorlukların ve uygarlıkların
kurulması ve sona ermesi bu kıtada Avrupa’dan çok daha önce gerçekleşmiştir. Hindistan, bir ülke
olarak birlik ve bütünlük içinde olmaktan çok, değişik ırk, kültür ve dinlerin birarada yaşamaya çalıştığı
mozayik bir görüntü içindedir. Tarihî özellikleri yanında Hindistan’ı önemli kılan bir başka etken
de Hinduizm ve Budizm gibi iki büyük dinin bu topraklarda doğarak gelişmiş
olmasıdır. Eski çağlarda Mısırlılar ve Romalılar, deniz yoluyla Güney Hindistan’a
gelmişler ve daha da ilerleyerek Güney Doğu Asya’ya kadar ulaşabilmişlerdir. Günümüzde Hindistan,
Endonezya adalarında bile anayurt olarak kabul edilmektedir. En ünlü Hint Destanları’ndan biri olan Ramayana
Destanı Güneydoğu Asya Adalarındaki halk tarafından bugün bile söylenmektedir.
M.S. 52 yılında
Apostle Saint Thomas, Güney Hindistan’daki Kerala bölgesine gelmiş ve burada ilk Hristiyan faaliyetlerini başlatmıştı.
Sonraki yüzyıllarda güney Hindistan’da Hindu krallıkları kurulmuş, kuzeyde ise yükselişe geçen
Budizm giderek etkinliğini kaybetmiştir. M.S. 630 yılında Sind ve Gujarat eyaletlerinde başlayan
ilk İslamî faaliyetler bu dinin de yayılmasını sağlamıştır.
İslam güçleri bölgede ilk etkilerini Gazneli Sultan Mahmut’un seferleriyle göstermiştir.Bugün Afganistan'da
Kabil ile Kandahar arasında bulunan Gazne şehri 1001 yılında Hindistan’dan getirilen bir çok ganimetle
zenginleşmekteydi. Çünkü Mahmut’un orduları ele geçirdikleri şehirlerde değerli ve taşınabilir
ne varsa söküp götürmekteydiler. 1033 yılında Mahmut’un ölümünden sonra yerine geçen kral, yüzlerce kilometre
uzaklıktaki Benares’i bile işgal edebilmişti. Ancak, Gazne şehrinin 1038 yılında Selçuk
Türkleri’nin eline geçmesinden sonra Hindistan’a yapılan akınlar bir süre için durdu. Sonraları,
bu tür geçici akınlar yerini kalıcı işgallere bıraktı. 1192 yılında Muhammed Ghori,
ordusunu Pencab’tan geçirerek Hindistan’a girmiş ve Ajmer’i almıştı. Ertesi yıl
Ghori’nin Generali Kutub-id Din, Benares’i ve Delhi’yi ele geçirmiştir. Muhammed Ghori’nin öldürülmesiyle
Kutub-id Din Delhi’nin ilk Sultanı olmuştur. Kutub-id Din ve kendisinden sonra gelen diğer Müslüman sultanların
buradaki hakimiyetleri zaman zaman küçülüp erimiş; zaman zaman da kuvvetlenip gelişmiştir. Bunda sultanların
kişiliklerinin ve kişisel başarılarının rolü olduğuna hiç kuşku yoktur. 1398 yılında
Timur’un ordularını Semerkand üzerinden Delhi’ye doğru yürüyüşe geçirmesine kadar Delhi’de
değişik bir çok Sultanlık kurulmuştur. 1500 yıllarına kadar bölgeyi elinde tutan Timur, daha
sonra Babür Şah yönetimindeki ordulara yenilince Hindistan’da Moğol dönemi başlamıştır.
MOĞOLLAR DÖNEMİ Moğol hükümdarlarının yönetimde
oldukları dönemde Hindistan’da tam bir altın çağ dönemi yaşanmış ve bu geniş ülke
tamamen kontrol altında tutulabilmiştir. Bu dönemdeki güçlü yönetim örneğine sadece Ashoka ve İngiliz
dönemlerinde yaklaşılabilmiştir. Buna karşılık, Moğol hükümdarlarının tahtı
ele geçirip kaybetmeleri çok kısa aralıklarla gerçekleşmiştir.
Moğollar, sadece ülkeyi silah
zoruyla yöneten işgalciler olmamış; kültüre ve özellikle mimariye önem vererek Hindistan’da büyük eserler
yaratmışlardır. Dünyanın en güzel mimari anıtlarından biri olan Tac Mahal Şah Cihan’ın
eseridir. Sanat ve edebiyat, Moğollar döneminde gelişmişti, ayrıca kurulan adalet sistemi de Avrupanın
aynı dönemindekinden çok çok ileriydi.
Babür Şah; Timurlenk ve Cengiz
Han’ı yendikten sonra Kabil şehrinden harekete geçerek Delhi’ye saldırmış ve Panipat’ta
bir zafer kazanmıştır.
Sonraki hükümdar olan Hümayun, 1540’ta Afgan kralı Şer Şah’a yenilmiş,
bu durum Moğolların gücünü azaltmıştır.
1560 yılında Hümayun’un oğlu Ekber, 14 yaşında tahta geçerek kişisel
gücü ile imparatorluğu derleyip toparlayabilmiştir. Tahtta kaldığı dönemde sadece askeri başarılarla
yetinmeyen Ekber, kültürel çalışmalarda da bulunmuş ve daima bilgelik ve adalet duygusu taşımıştı.
Önceki Müslüman hükümdarların aksine Hindistan’da birçok Hindu bilgenin de var olduğu gerçeğini farketmişti.
Ekber; dini konulara derin ilgisi olan bir kişiydi ve birçok din büyükleriyle derin tartışmalara girerdi.
Ekber’den sonra Cihangir başa geçti. Keşmir ve çevresine duyduğu sempati nedeniyle
zamanının büyük bir bölümünü bu bölgeye ayırdı. Cihangir, hayatını bir Keşmir yolculuğu
sırasında kaybetti. Türbesi Lahore’dadır.
Cihangir’den sonra gelen Şah Cihan ise daha çok Agra ve Delhi ile ilgilenmiş ve döneminde
bu iki şehirdeki önemli Moğol anıtlarını inşa ettirmiştir. Agra’daki Tac Mahal, bunlardan
en önemli olanıdır.
Şah Cihan’ın oğlu Âlemgir (Aurangzeb) büyük Moğol hükümdarlarının
sonuncusudur. Döneminde, İmparatorluğun sınırlarını en geniş durumuna getirmiştir.
Alemgir, Ekber’in uyguladığı temel kuralları ortadan kaldırmış, bu da imparatorluğun
sonunu hazırlamıştır. Ekber, uyguladığı bu kurallarda adalet duygusuyla davranmış
ve Hindu vatandaşların Müslümanlarla eşit muamele görmelerini garanti altına almış, ayrıca
onların inançlarının saygıyla karşılanmasını sağlamıştı. Âlemgir
ise, bunun aksine dini konularda yetersiz kalan bir kişiydi. İslam dinine derin inancı olduğu halde bunu
sağlam temellere oturtamaması nedeniyle kısa sürede inancını kaybetti. Hindistan’ın çeşitli
bölgelerinde Alemgir’in vakıfları aracılığıyla kurulmuş bulunan birçok cami daha
sonra gene onun fanatik inançları nedeniyle kendi emirleriyle yıkılmıştır.
1707 yılında Âlemgir’in ölümünden sonra Moğol imparatorluğu hızla çözülmeye başlamıştır.
Âlemgir’in bu çözülmenin sorumlusu olduğunu gösteren en önemli işaretlerden birisinin Aurangabad yakınlarında
inşa edilen türbesinin öteki Moğol imparatorlarının görkemli kabirlerinin yanında basit, önemsiz
bir mezar görünümünde olması gösterilebilir.
Moğol imparatorluk geleneği İngiliz’lerin son
imparatoru ve onun oğullarını tümüyle idam etmeleriyle son bulmuştur.
İNGİLİZ DÖNEMİ
Hindistan’ı işgal eden ilk Avrupalı güç sanıldığı gibi İngiliz’ler
olmamıştır. Son terkedenler de İngilizler değildir. Bu iki konuda da şeref (!) Portekizlilerindir.
1498’de Vasco da Gama, Ümit Burnu’nu dolaşarak bugünkü Kerala eyaleti sahillerine ulaşmıştı.
Bu yolun keşfi Portekizlilerin Hindistan ticaretini ele geçirmelerini sağladı. 1510’da Goa’yı
işgal eden Portekizliler, İngilizlerin Hindistan’dan ayrılmasından 14 yıl sonrasına, 1961
yılına kadar burada sömürgelerini sürdürmüşlerdir.
Hindistan’daki ilk sömürge yönetimini İngiliz’ler
1612 yılında bir ticaret merkezi kurarak başlatmıştır. 1600 yılında Kraliçe I. Elizabeth
bir Londra ticaret şirketine, İngiltere ile Hindistan arasındaki ticaret ilişkileri tekelini vermişti.
İngilizler Hindistan’la olan ilişkilerini 250 yıl süreyle bu şirketin devamı olan British East
India Company aracılığıyla sürdürmüşlerdir. 1640’ta Madras’ta, 1668’de Bombay’da
ve 1690’da Kalküta’da ilk İngiliz ticaret merkezleri kurulurken 1672’de de ilk Fransız ticari
merkezi Pondicherry’de oluşturulmuştur.
1746’da Fransızlar’ın Madras’ı
almaları ile iki emperyalist güç arasında problemler çıkmaya başlamıştır. İngilizlerin
bir bölgesel sorunla uğraşmaları sırasında Fransızlar başka bir bölgede karışıklık
çıkartmış, Fransızlar meşgulken de İngilizler aynı şeyi yapmışlardır.
1756’da Bengal Nevab’ı Siraj-ud Din Daula, Fransızların desteğiyle Kalküta’yı almış
ve İngilizleri bölgeden çıkartmıştır. Bir yıl sonra İngilizlerin yeniden Kalküta’yı
alması ile bu mücadele iyice açığa çıkmıştır. 1788’de yapılan 4. Mysore Savaşını
kazanan İngilizler kuvvetlenmiş, Fransızlar ise gerilemek zorunda kalmışlardır.
1803
yılında Pencap bölgesi dışında bütün Hindistan, İngiliz yönetimi altına girmiş durumdaydı.
İngilizler bu dönemde bile, Moğol hükümdarı Ekber’ın düzenlediği yönetim kurallarını
uygulamaktaydı. Buna göre Hindistan, sadece para kazanılan bir ülkeydi. Moğollar için olduğu gibi İngilizler
için de Hint kültürü, gelenekleri ve dini inançları önemsiz birer ayrıntıydı. Gerçekten de bir İngilize
göre bir Hintli kölenin sadece bir bardak çayı iyi hazırlayıp hazırlayamaması önemliydi, hangi dine
inandığı değil.
İngilizlerin düzenli, disiplinli orduları ve yetenekli politik danışmanları
vardı. ‘Böl ve yönet’ politikasını tam olarak uyguladılar; çeşitli bölgesel prenslikleri
kendi uyduları halinde tutmayı ve istedikleri gibi yönlendirmeyi uzun süre başardılar.
Hindistan’ın
mozayik görüntüsü İngiliz döneminde de devam etmiştir. Ülke, Maharaja - Mihrace veya Nevab denilen ve sadece bölgesel
gücü olan küçük prensliklerle yönetilmiştir. İngilizler ise daha çok demir, kömür gibi madenleri işletme, çay
üretimi ve pamukçuluk gibi para getiren konularla uğraşıyor, Hint Demiryolu ağını ve düzenli
sulama kanalları sistemini kurmaya çalışıyorlardı. Devlet işleri ve yasalar konusunda İngiltere,
Hindistan’a esnek bir yapısı olan, gelişmiş bir hükümet sistemi ve sivil bir yönetim biçimi bırakmıştır.
Hindistan’daki bürokrasiye aşırı derecede bağlılık geleneği de İngilizlerden
kalan bir mirastır. Bu bürokrasi ilk uygulandığı dönemlerde her şeyin yeni organize edilmesi nedeniyle
kaynakların etkin ve yeterli düzeyde kullanılabilmesi gibi olumlu sonuçlar vermişti. Bu düzeyde etkin uygulanan
bürokrasi, Hindistan’ın bağımsızlığını hazırlayan temel bir özelliktir
ve buna başka hiçbir kolonide rastlanmaz.
İngilizlerin Hindistan’daki varlıkları bu ülke
üzerinde olumlu ve olumsuz birçok etkiler yaratmıştır. Örneğin, 1900’lerin başlarında
yeni teknoloji kullanılarak üretilen ucuz tekstil ürünleri Hindistan’a geldi; fakat bu durum Hint köy endüstrisine
darbe indirdi. İngilizler kadının ölen kocasının ardından kendini yakarak intihar etmesi anlamına
gelen Sati geleneğini ortadan kaldırmak için büyük çaba gösterdi. Buna karşılık zemindarlar denilen
büyük arazi sahipliği sistemini destekleyerek fakir köylünün daha da fakirleşmesine yol açtılar. Zemindar’lar
geleneği İngilizlerin yönetim sorunlarını azaltıyor ve vergilerin toplanmasını kolaylaştırıyordu.
İngilizlerin Hindistan’a başka bir katkıları İngilizce’yi yaygınlaştırmaları
oldu. Böylece ülkede bir insanın ötekisini anlayabilme sorununu bir süre için çözen geçici bir dil birliği oluşturulmuş
oldu.
1857’de bugün hala isyan mı; yoksa bağımsızlık savaşının başlangıcı
mı olduğu tartışılan ilk tepkiler ortaya çıkmaya başladı. İngilizler bu isyanları
bastırmakta yavaş davrandılar. Bengal ordusundaki Hintli askerlerin büyük bir kısmı silahlarını
bıraktı, bir kısmı da milliyetçiler tarafına geçti. Bu isyan, ilk olarak Delhi yakınlarındaki
Meerut şehrinde bastırıldı bu sırada kitle katliamları ve linçler yaşandı, binlerce
insan öldü. İngilizler kayıplarının öcünü British East India Company’nin yetkilerini artırarak
aldı. Daha sonra bu şirket iyice kuvvetlendi ve asayişi sağlamak bahanesiyle ilk İngiliz Hükümeti’ni
kurdu. Bu hükümet bir imparatorluk hükümeti olmakla beraber demokrasinin bazı geleneklerini de getirmekteydi. Örneğin,
devletin her kademesinde kendini yetiştirmiş Hintliler yer alabiliyordu.
Bu arada dünyanın en eski dinlerinden
biri olan Hinduizm, kitlelerle olan bağlantısını kaybederek, zayıflamaya başlamıştı.
Bu dinin reformcu önderleri olan Ramakrishna, Svami Vivekananda ve Ram Mohan Roy, Hindu toplumunu temelden etkileyen görüş
ve düşünceleriyle günümüzün modern Hindu Dininin oluşma sürecini başlattılar.
Gandi ve pasif direniş 1915’te Güney
Afrika’dan dönen Gandi, dünyada gitgide yayılan bağımsızlık hareketlerine baştan beri
ilgi duymuş; 1919’da İngilizlerin Amritsar’da toplanan silahsız halka ateş açarak katliam
yapmaları üzerine direniş hareketini başlatmıştır. İsmi ‘yüce ruh’ anlamına
gelen Mahatma Gandi, İngiliz yönetimine karşı pasif direniş uygulamıştır. Gandi’nin
en önemli başarılarından birisi, bağımsızlık savaşını sadece orta sınıfın
desteklediği bir hareket olmaktan çıkartarak, köylülere de mal etmesidir. Başarısını, sadece
İngilizlerin adaletsiz tuz vergisinin ve İngiliz tekstil ürünlerinin boykot edilmesi ile sağlamıştır.
Gandi’nin “şiddet kullanmadan birlik oluşturma” temelinde yürüttüğü hareketi olmasaydı
bağımsızlık mücadelesi, ancak çok kan kaybedilerek gerçekleşebilirdi.
II. Dünya savaşının bitişi ile sömürgecilik idealleri ve Avrupa ülkelerinin başka ülkeler
üzerinde hak iddiaları sona ermişti. Ayrıca İngiltere’nin bu kadar geniş bir imparatorluğu
elde tutacak gücü de kalmamıştı. Hindistan’da bulunan Müslüman azınlıklar, kurulacak yeni devletin
aynı zamanda bir Hindu devleti olacağını anlayınca ayrılmak istediler. Böylece bölünme problemleri
gündeme geldi.
Bağımsızlık II.
Dünya savaşının bitmesiyle Hindistan’ın bağımsızlığına kavuşması
kesinleşti. Fakat nasıl? Kongre Partisi, müslüman birliğini tanımayı reddetmiş ve onların
bağımsız Pakistan devleti kurma önerisini de kabul etmemişti. Müslüman birliğinin lideri Muhammed
Ali Cinnah, ülkedeki umutsuz Müslüman azınlığı temsil ederken, Kongre partisinin başında bulunan
Mahatma Gandi ise Hindu çoğunluğun görüşlerini yansıtıyordu. Ancak Gandi’nin politik liderlik
gücü de giderek azalmaktaydı.
Cinnah; “Hindistan ya ikiye bölünür ya da tamamen yok olur” diyerek
uzlaşmaz bir tutum içine girmişti. Böylesine kesin bir görüşün ortaya atılmasıyla Kongre Partisi
ve İngiliz’lerin yapacak birşeyleri kalmadı. 1946 yılının başlarında her iki
gruptan yüzlerce insan öldürülüyor, karşılıklı katliamlara girişiliyor ve ülke hızla iç savaşa
doğru sürükleniyordu. İslam Birliği’nin 1946 Ağustosunu ‘Doğrudan eylem günü’ ilan
edişiyle Kalküta’da Hindulara yönelik kitle katliamı yapıldı. Hemen arkasından Hindular da
Müslümanlara karşı öç alma hareketlerine giriştiler. 1947’de olayların önünü alamayacaklarını
anlayan İngilizler ülkeden ayrılmaya karar verdi. Haziran 1948’de Hindistan bağımsızlığına
kavuştu.
Bölünme Pencap ve Bengal bölgelerindeki
kanlı çatışmalara rağmen Gandi, bir iç savaş tehlikesini de göze alarak bölünmeye karşı
çıkıyordu. Dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi bir ülkeyi iki parçaya bölmek çok zor bir işti.
Bazı bölgelerde Hindu veya Müslüman çoğunluğunun varlığından söz edilebilirdi. Ancak hemen yakındaki
bir başka yerde nüfusu eşit bölünen ya da geniş bir alandaki ezici bir çoğunluğun ortasında
bir ada gibi kalan yerlerin nasıl bölüşüleceği belli değildi. Bütün Müslümanların, Hindulardan tamamiyle
ayrılmasının imkânsızlığını gösteren acı bir gerçek; Hindistan’ın
kendi içinden Pakistan gibi müslüman bir ülke çıkardıktan sonra bile hala dünyanın en geniş üçüncü müslüman
nüfusu barındırıyor olmasıdır. Sadece Endonezya ve Pakistan, Hindistan’dan daha büyük bir müslüman
nüfusa sahiptir. Hindistan, bu konuda bütün Arap ülkelerini ve hatta Türkiye ile İran’ı bile geride bırakmıştır. Daha
ilginci, bölünmeyle birlikte ortaya çıkan Pakistan devletinin doğuda ve batıda iki ayrı bölgeye yerleşmiş,
arasında binlerce kilometre uzaklığı olan garip bir yapıda olmasıydı. Bu gariplik, 25 yıl
sonra Doğu Pakistan’ın Bengaldeş’e dönüşmesiyle ortadan kaldırılabilmiştir.
Öteki
problemler ise ancak bölünme ortaya çıktıktan sonra yaşanmaya başlanmıştır. Örneğin,
Pakistan devleti ilk kurulduğunda, hükümet işlerini yürütecek yeterli sayıda eleman bulamamıştır.
Hindistan ile beraberken bu tür büro işleri Müslümanların tercih etmedikleri meslekler arasında görülmüş
ve genellikle Hindular tarafından yürütülmüştü. Borç para alıp verme gibi bazı ekonomik işler de
tamamen Hinduların işiydi. En alt kasta ait olan insanların en kötü işleri yapmaları kendi üst kastlarına
olduğu kadar Müslümanların da işine gelmişti. Bu tür işleri yürütecek insan gücünü bulmak, yeni kurulan
Pakistan devletinin en önemli sorunlarından biri oldu.
Son İngiliz Genel valisi olan Lord Mountbatten, 14
Ağustos 1947’den itibaren Hindistan’ın bağımsız olduğunu; ancak ikiye bölündüğünü
ilan etti. Bu duyurudan sonra iki toplumun liderleri arasında bölünme hattının geçeceği yer hakkında
sonu gelmeyen tartışmalara başlandı. Bu konuda anlaşmaya varılması en zor olan yerler Bengal
ve Pencap bölgeleri oldu. Pencap’ta toplumlar arası mücadele çok kanlı boyutlara ulaşmıştır.
Burası, ülkenin en verimli topraklarının bulunduğu bir bölgedir. Pencap’ta Müslümanlar % 55, Hindular
% 30 oranındadırlar. Aynı zamanda Sikh dininin merkezinin burada olması ve Sikh nüfusun da çok kalabalık
olması bu bölge üzerindeki anlaşmaları çok zorlaştırmıştır. Sonuçta, tüm Hindistan’da
Müslümanlar kuzeye (Pakistan’a) doğru; Pakistan sınırları içinde kalan Hindu ve Sikhler de Hindistan’a
doğru göç etmeye başlamışlardır. Pencap’ta sınır, bölgenin en önemli iki merkezinin
arasından geçirilmiş ve Amritsar, Hindistan’da kalırken Lahore, Pakistan’ın olmuştur.
İnsanlık tarihinin belki de en korkunç kitle çatışmaları burada yaşanmıştır.
Trenler dolusu insan yer değiştirirken karşı grubun bölgesinden geçmek zorunda kalmış ve her
iki taraf kanlı saldırılarla öç almaya çalışmıştır. Güvenliği sağlamaya
çalışan ordu birlikleri, çoğunlukla kendi din yandaşlarının tarafını tutarak katliamlara
katılmış, bu da her iki tarafın kinini arttırmıştır. Bu dönemde Pencap’ta 10
milyon kadar insanın yer değiştirmiş olduğu, buna karşılık olarak 250 bin kişinin
hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Tüm Hindistan’daki kayıpların 500 bin olduğu
ve Bengaldeştekiler de dahil edilirse bu sayının 1 milyona ulaşacağı sanılmaktadır.
Bu
ayrılığın yarattığı önemli sonuçlardan birisi ise hala çözülemeden kalan Keşmir problemidir.
Keşmir, müslüman bir çoğunluğa sahip olduğu halde Hindu bir Mihrace tarafından yönetilmekteydi. Bölünme
döneminde Mihrace, Pakistan tarafında mı yoksa Hindistan tarafında mı kalacağı konusunda kararsızdı.
Bu sırada Pakistan’a ait düzensiz bir ordu kuzeyden sınırı geçerek başşehir olan Srinagar
kentine doğru yöneldi. Ancak düzensiz ve disiplinsiz olan bu ordu Keşmir’in tamamını işgal
ederek işi bitirmek yerine yağmalara girişti. Bu sırada zaman kazanan Hint kuvvetleri Srinagar’ı
ele geçirdi. Kararsız Mihrace de Hindistan tarafında kalma yönünde karar verdi. Kısa süren bir Hint - Pakistan
çatışmasından sonra Birleşmiş Milletler’in araya girmesiyle ortalık yatıştı.
Ancak Keşmir, bu iki ülke arasında çözülemeyen bir sorun olarak kaldı.
Keşmir’de Müslümanların
ezici çoğunluğu vardır, coğrafi koşullar da Pakistan ile bağlantı kurulmasına çok
elverişlidir. Bu nedenlerle Pakistan’ın Keşmir üzerinde hak iddia etmesi akla yakın gibi gelebilir.
Öte yandan Hindistan’ın bölgenin geleceğini belirleme konusunda bir halkoylamasına gitme cesaretini gösterememesine
rağmen Keşmir, artık Hindistan’ın bir parçası haline gelmiştir. Hindistan, haritalarında
Keşmiri kendi sınırları içinde gösterirken Pakistan haritalarında burası tartışmalı
bölge olarak belirtilmektedir.
Din kavgalarının en son trajedisi, bölünmeyi ve sonrasında gelen katliamları
içine sindiremeyen bir Hindu fanatiğin 30 Ocak 1948’de Mahatma Gandi’yi öldürmesi olmuştur.
|
Gandi, ünlü Tuz direnişi sırasında. |
Bağımsız Hindistan Hindistan,
bağımsızlığa kavuştuktan sonra öteki üçüncü dünya ülkeleri gibi diktatörlüklere, askeri yönetimlere
veya yabancı işgallerine sürüklenmemiş ve kendi gücüyle, kendi kurumlarını geliştirerek önemli
bir demokrasi örneği vermiştir. Ekonomisi önceleri tarıma dayalı olan Hindistan, günümüzde sanayi hamleleri
yaparak dünyanın sanayileşmiş ilk 10 ülkesi arasına girebilmiştir. Hindistan’ın ilk
başbakanı Javaharlal Nehru, emperyalizmi eleştirmekle birlikte tarafsız ülke konumunu başarıyla
sürdürmüştür. Bu tarafsız politikanın ötesinde Hindistan; Çin ile olan sınır anlaşmazlıkları
ve Pakistan’ın ABD’ye yaklaşması nedeniyle SSCB ile ilişkilerini sıkılaştırmıştır.
Bağımsızlıktan sonra Gandi’nin barışçı tarafsızlık ilkesini uygulamaya
çalışan Hindistan, birkaç kez bu ilkeden ödün vermek zorunda kalmış, Pakistan ile üç kez ve Çin ile de
iki kez sınır çatışmalarına girişmiştir.
İndira Gandi Dönemi
Hindistan’ın politik yaşamındaki
en büyük problemi yönetimdeki liderlerin hep belirli kişiliklere takılı kalmasıdır. Hindistan’da
başbakanlık görevini üstlenen ilk iki kişi Javaharlal Nehru ve onun kızı olan İndira Gandi olmuştur.
1966 seçimlerinden başarıyla çıkan İndira Gandi, 1975 yılında ciddi sorunlarla karşılaşmış
ve olağanüstü durum ilan etmiştir. Bu durum, Hindistan’ı başka ülkelerde olduğu gibi diktatörlüğe
sürüklememekle birlikte, birçok ‘iyi’ ve ‘kötü’ politikaların izlenmesine sebep olmuştur.
Bu olağanüstü dönemde enflasyonun yüzde
10 civarında tutulması gibi başarılı sayılabilecek sonuçlar alınmış, ancak bazı
demokratik gelenekler de sarsıntıya uğramıştır. Gandi’nin politik rakiplerinden birçoğu
kendilerini hapiste bulmuş, Hindistan’ın adalet sistemi ise yozlaşmıştır. İndira
Gandi’nin oğlu Sanjay’ın “halk otomobili” girişiminin başarısızlığa
uğraması Gandi ailesine çok puan kaybettirmiştir. Gene Sanjay Gandi’nin projesi olan doğum kontrolü
uygulamasının halkın kısırlaştırılması şeklinde anlaşılması
sonucunda büyük tepkiler oluşmuştur. 1977 yılında İndira Gandi erken seçime gitmek zorunda kalmış,
seçimleri Kongre Partisi’nin karşısındaki en büyük güç olan Janata Dal Partisi kazanmıştır.
Janata Dal Partisi ve lideri Morarji Desai’nin sadece Kongre Partisi’ni yenilgiye uğratacak kadar
gücü olduğu, ülke yönetiminde başarısız kalmasıyla anlaşılmıştır. Bu dönemde
enflasyon hızla yükselmiş, sonuçta 1980 seçimlerinde İndira Gandi öncekinden daha büyük bir güçle iktidara
gelmiştir. Bu dönemin de Bayan Gandi’ye çok şans getirdiği söylenemez. Oğlu Sanjay’ın
bir kazada ölmesi, toplumsal huzursuzluklar ve çatışmalar, dokunulmazlar kastına karşı girişilen
şiddet hareketleri, Pencap ve Keşmir bölgelerindeki politik ve etnik sorunlar ve bütün bunların üzerine polis
ve güvenlik güçlerinin giriştikleri katliamlar ve rüşvetin bütün devlet kademelerine yayılması İndira
Gandi’nin ikinci iktidar döneminde karşılaştığı problemlerin sadece bir kısmı
olmuştur. Hindistan’ın, yaşadığı tüm problemleri bir yana bırakırsak
çok önemli iki temel sorunu vardır. Nüfus fazlalığı ve yoksulluk. Dünyada demokratik bir rejim altında
yaşama şansına sahip olan insanların yüzde 50’sini Hindistan halkının oluşturduğunu
biliyor muydunuz? Hindistan, büyük nüfus problemleriyle karşı karşıya kalmasına rağmen dünyada
kendi nüfusunu besin maddeleri ithal etmeden doyurabilen üç ülkeden biridir. Hindistan’da yaşayan insanların
çoğunun yeterli beslenme seviyesinin altında beslenmeleri ve ülkede açlıktan ölenlerin sayısının
çok yüksek olması, bu ekonomik göstergelerin gerçeklik düzeyini göstermektedir. İndira Gandhi, 1984 yılında
Sikh dininin merkezi Amritsar’daki Altın Tapınak’a sığınan ayrılıkçı militanlara
karşı ordu birliklerini kullanmasıyla kendi sonunu da hazırlamış oldu. Kendi korumaları’nın
suikastiyle öldürüldü. Daha sonra yerine geçen oğlu Rajiv Gandi döneminde, demokratikleşme yönünde ileri adımlar
atılmış, büyük yatırımlar, enflasyonun yükselmesi pahasına gerçekleştirilmiştir. Rajiv
Gandi de 1991 yılında bir seçim gezisi sırasında bombalı bir suikaste kurban gitmiştir. Kongre
Partisi, daha sonra, ilk kez Gandhi ailesi dışından bir kişiyi (Narasimha Rao) başkan seçmiştir.
|
|
Rajiv Gandi |
Narasimha Rao | Rao, Rajiv Gandi’nin gerçekçi politikalarını
sürdürmüş, özellikle Maliye Bakanı Manmohan Singh (2004 yılında başbakan seçilmiştir) başarılı
çalışmalarıyla ekonomiyi düze çıkartmıştır. 1992 yılının sonunda Ayodhya’da
patlak veren Hindu - Müslüman çatışmaları, Pakistan’ın desteklediği iddia edilen ayrılıkçı
Sih militanlarının terör hareketleri ve süregelen Keşmir sorunları Rao’nun iktidarını
sarsıntıya uğratmıştır. 1996 yılında yapılan genel seçimlerde Hindu-milliyetçi
bir yapısı olan Bharatiya Janata Partisi (BJP) başarılı olmuştur. Ancak iktidar için gerekli
çoğunluğu bölük pörçük koalisyonlarla sağlayabilmiş olan Atal Behari Vajpayee 1999’daki genel seçimlere
kadar koltuğunda rahat oturamamıştır. 1998 yılında Rajastan çöllerinde beş başarılı
nükleer deneme yaptığında bütün dünyanın tepkisini alan Vajpayee hükümeti Pakistan ile barış
yapılması umudunu besleyenleri hayal kırıklılığına uğratmıştır. İkibin’li
yıllara milliyetçi söylemlerle giren iktidar, sürekli olarak yandaşlarını kayıran tavırlar içinde
olmuş, bu dönemde birçok müslüman, Kongre Partisine geçmiştir. Hindistan’da bir yandan da ahlaki ve
siyasi yozlaşma çok ileri boyutlara ulaşmıştır. Ülkenin en ileri gelen ve en olgun politikacılarından
eski başbakan Narasimha Rao, 1993 seçimlerinde rüşvet karşılığı taraf tuttuğu ispatlanarak
3 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. 2001 yılında yurtdışından
silah alımı ihalelerinde büyük miktarda rüşvetin alındığı kanıtlanınca Vajpayee
hükümetinin Savunma Bakanı istifa etmek zorunda kalmıştır. 11 Eylül saldırılarının
ardından Afganistan’da harekata girişmesi ile bölge bir kere daha karışmış özellikle Bombay’da
meydana gelen terörist saldırılardan sonra Hindistan ile Pakistan arasında tekrar savaş rüzgarları
esmeye başlamıştır. Kaşmir sorunun artık çözülmesi yönünde baskılar artınca bu kez
bu yönde daha ileri adımlar atılmış ve iki ülke arasında doğrudan görüşmelere başlandı.
Yapılan anlaşmayla iki ülke arasındaki direkt otobüs seferlerinin sayısı artırıldı,
Keşmir’deki Srinagar şehrinden Azad Keşmir’deki Muzafferabad şehrine giden otoyol yapılarak
ulaşıma açıldı, bu yoldan düzenli otobüs seferleri yaıplmaya başlandı. İki ülke arasındaki
ikinci sınır kapısının Karachi yakınlarındaki Khokrapar’dan açılması henüz
gerçekleşmedi ama Pakistan ile Hindistan arasındaki yakınlaşmalar sürüyor. 2005 yılının
başında iki ülke arasında “Dostluk” başlığıyla kriket turnuvası düzenlendi.
Kriket maçları her iki ülkenin çeşitli stadlarında yapıldı ve resmi makamlar maça gidenler için vize
işlemlerini kolaylaştırdı. Öteki ülkeyi görmek için büyük bir arzu duyan taraftarlar hiçbir olay çıkarmadan
ziyaretlerini yapıp geri döndüler, böylece dostluk bağları sağlamlaştı. Pakistan cumhurbaşkanı
Perviz Müşerrefin Yeni Delhide doğduğu evi ziyaret etmesi ve kendisine doğduğu hastanedeki doğum
kayıtları ile ayak izini gösteren belgenin verilmesi artık Hindistan ile Pakistanın arasındaki bütün
sorunların çözümleneceği hakkında umutları arttırdı. Hindistandaki 2005 yılının
ilk yarısındaki devlet yönetimi şöyledir. Mesliste çoğunluk Hindu dininden olduğu halde Cumhurbaşkanı
Abdul Kalam bir müslüman ve Başbakan Manmohan Singh bir Sikh dini mensubudur. Hindistan, laik cumhuriyet yapisi ile dünyada
bir benzerinin olmadığını ve dinler arasında uyumlu bir beraberlik olduğunu böylece kanıtlamaktadır.
|
|
Cumhurbaşkanı Abdul Kalam |
Başbakan Manmohan Singh |
|